Allah’ı sevmek, Rasûlüne tâbi' olmak..
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve rahmet edici/esirgeyicidir.(Ve yine)de ki: Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez.“ (Kur'an-ı Kerim)
ALLAH’I SEVMENİN MÜKÂFATLARI
Geçmiş büyüklerimizin bazılarından rivayet edilmiştir ki, Cenab-ı Hak bazı sıddık kullarına şöyle vahy etmiştir:
“Benim kullarımdan öyleleri var ki, onlar beni severler, ben de onları severim. Onlar bana âşıktırlar, ben de onlara aşığım. Onlar beni zikrederler, ben de onları zikrederim. Onlar hep bana yönelirler, teveccüh ederler, ben de onlara teveccüh ederim. İşte bu sevginin neticesinde onlara benim birçok lûtuflarım olur ki, o lûtuflarımın ilk üçü şunlardır:
1. Ben nurumu onların kalbinde yakarım. Ve ben onlardan haberdar olduğum gibi, onlar da benden haberdar olurlar.
2. Yerlerle ve göklerle ve içindekilerle ben onları tartacak olsam, onlar benim katımda daha ağır basarlar.
3. Ben her an, zatımla onlara mütevecihim, onlarla beraberim.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “…Ve bilin ki, Allah hakikaten kişiyle kalbinin arasına girer (kuluyla beraber olur)” (19)
MUHABBET VE TÂBİ’ OLMAK
Muhabbet; ülfet, sevgi, dostluk, faziletten sayılan şeylere kalbin meyli… Ruhun hayır gördüğü veya hayır zannettiği şeyi istemesi… İnsanın manevi haz-tad aldığı veya kendisinde iyilik ve kemâl/olgunluk gördüğü bir şeye meyletmesi/eğilim duymasıdır.
Muhabbet kâinatın ruhudur. Kâinattaki varlıklar, gerçekte muhabbettedirler; yerin, göğün ve ikisi arasında bulunanların hepsi Allah’ındır, hep onu tesbih etmektedirler. Onların muhabbeti tabiîdir, yaratılışlarındandır.
Cezbe ve coşku anlamı göz önüne alınınca muhabbet, hem hayat sahibi olanlar hem de cemadat (cansız varlıklar) arasında geçerlidir. Mesela demir ile mıknatıs arasındaki cazibe, bu neviden bir muhabbettir.
Hayat sahibi olanlardan maksat; insanların-cinlerin bedenen ve ruhen diri olanları, yani iki yönden de ölü, sağır, dilsiz olmayanlarıdır. Bu vasıflar/nitelikler Kur’an-ı Kerim’in belirttiği manadadır. Nitekim Rabbimiz bu muhabbet yoksunları hakkında buyuruyor ki:
“Andolsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir."(1) “…Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir…” (2)
Hz. Mevlânâ da hakiki muhabbeti; "Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz ki, benliğinizi bırakıp âdeta o olmalısınız" diye anlatır.
Tâbi ise, uyan, boyun eğen, itaat eden, itaatta bulunan demektir. Aynı kökten gelen “ittiba” da tabi olma, uyma, yolundan gitme manalarınadır.
***
Başlıkta geçen bu iki kavram hakkında kısaca bu bilgileri verdikten sonra gelelim mevzumuzla ilgili ayetin mealine… Buyuruyor ki Mevlamız:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve rahmet edici/esirgeyicidir. (Ve yine) de ki: Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kâfirleri sevmez.“ (3)
Bu ayet-i celilenin iniş sebebine gelince...
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Kâ’b b. Eşref ve tabilerini ne zaman ki imana davet etti; onlar Ona cevaben; “Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. (Habibim) de ki: 'O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?' Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet dönüş de O'nadır.“ (4)
İşte Hz. Allah bunun üzerine yazımızın başında zikri geçen ayet-i kerimeyi gönderdi. Ve kısaca, eğer hakikaten siz Allah’ı seviyorsanız, o zaman şu cansız putlara değil de, bana tabi’ olun ki, Hz. Allah da sizi sevsin ve sizi affedip bağışlasın, buyurdu.
Diğer bir ayet-i kerimede ise, kâfirlerin putları için yine şöyle dedikleri beyan olunuyor: “Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan seylere tapiyorlar ve ’Bunlar bizim Allah katında sefaatçilerimizdir’ diyorlar. (Habibim) de ki, 'Siz Allah'a göklerde ve yerde (hâşâ) O'nun bilmediği bir seyi mi haber veriyorsunuz?' Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.“ (5)
Yani putlara ibadet ediyoruz, tapınıyoruz; çünkü onlar, Allah’ın katında yarın bize şefaatçı olacaktır, dediler.
Hz. Allah da, yazımıza mevzu olarak aldığımız ayeti göndererek, onlara hakiki şefaatçının kim olduğunu gösterdi.
Diğer bir ayetinde ise Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş, hidayeti bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse onlar sadece ve sadece didişmenin içindedirler. Allah onlara karşı sana yeter. Ve O, hakkıyla işitendir, kemaliyle bilendir.“ (6) Yani Allah’a (c.c.) ve Rasûlü Hz. Muhammed’e (s.a.v.) iman etmedikçe kimsenin hidayeti, doğru yolu bulması mümkün değildir.
Allah’a ulaşmanın ve Ona kul olabilmenin tek yolu Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tabi’ olmaktan geçmektedir. Nitekim bir başka ayetinde bunu Hz. Allah daha da açıklayarak şöyle buyurmaktadır: “Onlar ki, o ümmî peygambere uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, onun izinden giderler ki, o, onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar, işte o vakit ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.“ (7)
Ve böylece Allah Teala rahmetini kimlere yazdığını açık-seçik bildirmektedir.
Nitekim geçmiş filozoflar, nice akıl sahipleri ona tabi’ olmadan Allah’a gitmeye, ulaşmaya, kul olmaya çalışmışlar; fakat hepsi de yolda kalmışlar, perişan olmuşlardır.
Maalesef bugün de öyle… Hem de İlahiyat etiketli bazı öyle zındıklar var ki, Rasûlüllah’sız doğru yolu ve hakkı bulacaklarını veya diğer peygamberlere tabi’ olmakla da cennete gidilebileceğini söylüyorlar. Ama zırvalamaktan, dolayısıyla da zındıklıktan öte gidemiyorlar.
Oysa Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) bu husustaki hadisi ne kadar açık. Buyurmuştur ki: “Eğer bugün kardeşim Musa hayatta olsa idi, o da bana tabi’ olmaktan başka bir şey yapmazdı. Gelip, bana tabi’ olurdu/uyardı.”
Öyle ise; sen, ben, o, bu kim oluyoruz ki?.. Lütfen kendimize gelelim, haddimizi bilelim...
İmam Kuşeyri bu ayetin tefsirinde buyuruyor ki: Allahu Teala geçmiş ve geleceğin Efendisi Sevgili Peygamberimize uymadan, onun sünneti ile de amel etmeden, yarın mahşerde kimsenin yakasını bırakmayacağını bu ayetle açıklayarak, herkesin boş umutlarını kesip atmıştır. (
MEVZUU İLE İLGİLİ BAZI HADİSLER
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki:
1. “Ümmetimin hepsi cennete girecektir. Ancak, yüz çeviren, sırt dönenler hariç.' Ashap sordular: 'Ya Rasûlellah! Yüz çevirip giden, kaçan kimdir?' Peygamberimiz: 'Bana tabi’ olan, itaat eden, cennete girecektir. Bana âsi olan ise, yüz çevirip kaçmıştır (dolayısıyla cennete giremeyecektir).” (9)
2. “Ashab-ı kiramdan (r.anhüm) birisi Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelip, 'Vallahi ben seni seviyorum Ya Rasûlellah!' dedi. Peygamber (s.a.v.) de onu ikaz ederek: 'Ne dediğine bak, dikkat et!' buyurdu. O kişi üç kere, peş peşe 'Allah’a yemin olsun ki ben seni seviyorum' deyince. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: 'Eğer sen beni gerçekten seviyorsan, fakirliğe karşı zırhını hazırla. Muhakkak fakirlik beni sevenlere karşı tepeden aşağı gelen selden daha çabuk gelir.” buyurdu. (10)
3. “Bir a’rabî Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelerek, ‘Kıyamet ne zamandır Ya Rasûlellah?’ diye sordu. Peygamberimiz de ona, ‘Kıyamete ne hazırladın?’ diye mukabil soruyla karşılık verdi. A’rabî, ‘Fazla bir namazım-orucum yok. Yalnız Allah ve Rasûlünü seviyorum’ dedi. Peygamberimiz de ona, ‘Kişi sevdiği ile beraberdir (beraber haşr olacaklardır)” buyurdu. (11)
Bu hadisi rivayet eden Hz. Enes (r.a.) diyor ki: “İslâm’la müşerref olduktan sonra Müslümanların en çok sevindikleri şey, Rasûlüllah’ın buyurmuş olduğu bu söz olmuştur. Bu müjdeyi Rasûlüllah’tan duyan ashap çok sevindiler, bayram ettiler. Çünkü onlar Rasûlüllah’ı çok seviyorlardı."
4. “Ümmetimin fesada gittiği bir devirde, kim benim sünnetime tam yapışırsa, ona yüz (100) şehit sevabı vardır. Diğer rivayette ise, iki yüz (200) şehit sevabı vardır” (12) buyrulmuştur.
Neden bu kadar sevap? Çünkü bir mü’min bir fenalık görerek, o devirde onu ortadan kaldırmazsa, çok üzülür ve keşke ölse idim de bugünlere şahit olmasa idim ve bu kötülüklerin alenen işlendiğini görmeseydim, der.
İşte Hz. Allah, böyle zamanda alenen işlenen kötülükler karşısında kahrolup bunu söyleyen kuluna, sanki o kötülükle mücadele etmiş, ama ortadan kaldıramamış da, o yolda şehit olmuş gibi sevap ihsan eder. Ve bunu ömründe yüz kere diyene yüz, iki yüz kere diyene iki yüz şehit sevabı verileceğini müjdeliyor, Peygamberimiz.
RASÛLÜLLAH’A MUHABBET VE SÜNNETİNE BAĞLILIK
Rasûlüllah’a muhabbet ve sünnetine bağlanmak şart! Mü’min için kurtuluşun başka yolu yok! Şöyle ki:
a) Bugünkü kozmoğrafya ilmine göre, nasıl ki bütün yıldızların merkezi güneştir. Ve milyarlaca yıldız, onun kuvve-i cazibesi ile güneşe bağlıdırlar. Ve herhangi bir yıldız ondan, onun manevi cazibesinden koparsa, söner, mahvolur, meteor yani göktaşı haline dönüşürse, bu ümmetten biri de, manevi güneşi ve cazibe merkezi olan Hz. Muhammed’den (s.a.v.) ipini-irtibatını-bağını, itaatını-ümmetliğini koparırsa, o da manen mahvolur, yok olur gider.
Bugünkülerin zannettiği gibi münevver değil, mülevves (kirli-pis-murdar-karanlık) olur. Çünkü münevver demek nurlanmış/aydınlanmış demektir. Nurun merkezi ise, ne batıdır, ne de doğu.
Nurun merkezi ikidir:
1. Hz. Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellem…
2. Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim.
Bunlarla alakası olmayanların, gerçek münevverlikle değil, insanlıkla bile alakaları yoktur. Nitekim bunlar, bir bomba ile binlerce insanı mahveden kan dökücüler değil midirler?
b) Yine bugünkü topoğrafya ilmine göre toprağa atılan herhangi bir tohum, güneş enerjisinden nasibini alamazsa, toprak altından çıkamaz ve çürür. Onun için, her tohum, güneşe doğru filiz verir ve yükselir. Karanlıkta ve derinlikte kalan taneler, tohumlar, güneşten nasibini almadan nasıl büyüyemez, yeryüzüne çıkamaz ve çürümeye mahkûm olurlarsa, bugünün insanları da onların manevi güneşi olan Hz. Muhammed’den (s.a.v.) nasibini, nurunu ve enerjisini alamazlarsa, onlar da kim olurlarsa olsunlar; çürümeye, kokmaya, mahvolup gitmeye mahkûmdurlar.
Nitekim Kahire’de Abdulvahhab-i Şa’ranî hazretleri bir gün va’zında bu hakikati çok güzel bir şekilde cemaatına izah ederken, zahiri âlimlerden birisi manevi cazibe hadisesine itiraz ediyor. “Müfti’s-sekaleyn ve Gavs-i azam” olan Abdulvahhab-i Şa’ranî o zahiri âlime,
“Peki, senin Hz. Muhammed’e olan manevi bağını ve ipini keseyim mi?” diyor. O da,
“Kes kesebilirsen!” demek küstahlığını gösteriyor. Ehlulullah’ın makas mesabesinde olan, şehadet parmağı ile orta parmağını makas gibi kullanıyor. Ve o zahiri âlimin Rasûlüllah’la irtibatını kesiyor. O zahiri âlim daha mescitte duramıyor, hemen dışarıya fırlıyor. Abdulvahhab-i Şa’ranî (k.s.),
“Bu herifi takip edin! Çünkü ben, bunun omuzlarında domuz yavrusu görüyorum” buyuruyor.
Hakikaten o âlim, bir Hıristiyan zenginin kızına son derece aşkla âşık oluyor. Ve onunla evlenebilmek için kızın babasına gidip, yalvarıyor. Kızın Hıristiyan babası da iki şart ileri sürüyor:
“Kızımla evlenebilmek için;
1) Hıristiyan olacaksın,
2) Domuzlarıma çobanlık edeceksin” diyor.
Bu da kabul ediyor. Bir gün domuzlara çobanlık ederken domuz yavruluyor. O kişi de yavrularını omzuna alıp, eve dönerken görülüyor. Ve Abdulvahhab-i Şa’ranî hazretlerinin kerameti tahakkuk ediyor.
Hz. Allah, hiç birimizin manevi ipini Zatından ve Habib’inden kopartmasın! Bizi ipsizler haline getirmesin!
ALLAH’A MUHABBET, RASÛLÜNE İTTİBA’ NASIL OLACAK?
Hz. Allah’a muhabbet Hz. Muhammed’e ittiba’, öyle kuru lafla olmaz. Alamet ister, emareleri-işaretleri olması gerekir!
İşte alametleri:
(1) Eğer Allah ve Rasûlü sana mallarından, evlatlarından, hatta canından daha sevgili değilse, iddian yalandır. Nitekim Hz. Ömer ile Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir gün el ele tutuşmuş gidiyorlardı. Rasûlüllah Efendimizden Hz. Ömer’e öyle bir cereyan geldi ki Hz. Ömer: “Ya Muhammed! Şu anda sen bana malımdan mülkümden evlad u iyâlimden/çoluk-çocuğumdan, canım hariç, neyim varsa, hepsinden daha sevimlisin” dedi.
Peygamberimiz: “Ya Ömer! Canından da daha aziz daha sevimli olmadıkça, vallahi sen mü’min-i hakiki olamazsın” buyurdu. O anda, Hz. Ömer’i öyle bir aşk kapladı ki, feryad etmeye başlayıp, “Ya Rasûlellah! Şimdi bana canımdan da daha azizsin” deyince Peygamberimiz, “İşte şimdi tam mü’min-i kâmil oldun ya Ömer” buyurdu. (13)
(2) Allah ve Rasûlünün emirlerine tam itaat edeceksin.
“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe (tam bir teslimiyyet ile sana teslim olmadıkça), iman etmiş olmazlar." buyurmuyor mu, Mevlâ-yi zû'l-Celâl ve'l-Kemâl hazretleri? (14)
Demek ki, Allah’a muhabbet ve Rasûlüne tam tabi’ olmadıkça ve onu canından çok sevmedikçe, bir mü’min, mü’min-i kâmil olamaz.
(3) Allah ve Rasûlü’nün gösterdiği şekilde zikir ve tefekküre devam edeceksin. Allah’tan gafil olmayıp Onu daima zikretmekle, Rasûl’ü (s.a.v.) de tam sevip daima salât u selam getirmekle kişi kâmil mü’min olur, Ona tabi’ olmuş olur. Zikirsiz, fikirsiz, salât u selamsız kuru bir iddia ile kimse Ona uymuş ve ümmet olmuş olamaz.
BİR’İ BİN SAYILAN SALAVÂT
Garibin biri rüyada Rasûlallah’ı (s.a.v.) görüyor. Çok fakir ve o günlerde darda olan bu garip, Rasûlüllah’a halini arz edip, yalvarıyor. Rasûlüllah Efendimiz ona, meşhur Türk Sultanı Gazneli Mahmud’un huzuruna çıkmasını, halini arz etmesini emrediyor. Garip, Rasûlüllah’a soruyor:
“Ya Rasûlellah! Eğer Gazneli senin beni gönderdiğini inkâr ederse, ona ne diyeceğim?” diyor. Rasûlüllah Efendimiz de,
“Her akşam yatarken üç bin (3000), her sabah kalktığında da üç bin (3000) salât u selam okuduğunu ve o salât u selamların bana ulaştığını söyleyeceksin” buyuruyor. Garip, Gazneli Mahmud’un huzuruna çıkarak,
“Size Rasûlüllah Efendimizin selamı var” deyince, Gazneli heyecanlandı ve, “Ale’r-re’si ve’l-ayn” diyerek ayağa fırladı. Yani başım gözüm üstüne, dedi. Garip devam etti: “Benim bin (1000) dirhem borcum var, onu ödeyemiyorum. Rasûlüllah (s.a.v.) Sultan Mahmud’a git, ödesin buyurdu. Ben de ya Rasûlellah Sultan Mahmud benim sözüme inanmazsa, benden alamet isterse ne diyeyim dedim. Rasûlüllah da senin akşam yatarken üç bin (3000), sabah kalktığında da üç bin (3000) salât u selam okuduğunu… Ve o salât u selamların kendisine ulaştığını, alamet olarak söyledi” deyince, Sultan Mahmud gözyaşlarına boğuldu ve adamın sözünü tasdik etti… Ona bin (1000) dirhem borcu için, bin (1000) dirhem de Rasûlüllah’tan selam getirdiği için harçlık verdi. Yanındaki devlet ricâli (adamları),
“Nasıl bu adamın sözünü tasdik ediyorsunuz… Siz gece boyu hiç uyumadan salât u selam okusanız, yine sabaha kadar üç bin salât u selam okuyamazsınız. Kaldı ki siz, gece-gündüz bizimle berabersiniz. Biz böyle bir şeye şahit olmadık” dediler. Gazneli Mahmud,
“Ben âlimlerden işittim ki; kim, “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ma’htelefe’l-melevâni ve teâkabe’l-asrâni ve kerrare’l-cedîdâni ve’s-takbele’l-ferkadâni ve belliğ rûhahuu ve ervâha ehli beytihî minna’t-tehıyyete ve’s-selâme” salavatını bir kere okursa, bin (1000) defa okumuş sevabını alır. Ben de her gece yatmadan üç kere, sabah kalkınca da üç kere mutlaka bu salavatı okurum. Ne mutlu bana! Demek ki okuduğum salât u selamlarım Allah’ın Rasûlüne ulaşıyor, bana bundan büyük müjde mi olur?” dedi. (15)
(4) Bütün mahlûkata muhabbet ve sevgi beslemeli. Tabii Allah’a resmen ve alenen isyan edenlerle, Rasûlüne harp ilan etmiş olanların dışında kalan bütün mahlûkata şefkat-merhamet ve sevgi beslemek ve şunu iyi bilmek lazım:
Peygamberimiz, “Merhamet etmeyen kimseye, rahmet olunmaz” (16) buyurmuştur.
Allah’ın Rasûlü bütün insanlara ve hayvanlara nasıl merhamet gösterdi ise, biz de onun gibi olmak, onun gibi hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Allah’ımızın, Peygamberimizin, dinimizin, namus ve iffetimizin düşmanları hariç tabi...
Mesela dün; Kanuni Sultan Süleyman Paris’te moda olan dansı bir fermanla yasaklarken, merhamet ve şefkat aklından bile geçmemişti.
Ve yine II. Abdulhamid Han Padişah olduğu dönemde, Londra’da, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) hakkında sahneye konmak istenen bir piyesi, derhal protesto edip kaldırtmıştı. Ama bugün Danimarka’da, İsveç’te, Fransa’da Rasûlüllah Efendimizle alakalı karikatürler, anarşist filmleri, yayınlanmıyor mu? Bırakın o ülkeleri, taşıyla-toprağıyla Müslüman bu ülkede onun yaşadığı şekilde yaşamak, sünnetine tâbi olmak, giyindiği gibi giyinmek, zûl addedilmiyor mu?
Ve bugün, 1000 seneden beri Müslüman olan ülkemizde;
a) Kitabımıza hâlâ çöl kanunu, Peygamberimize çöl bedevisi diyen dinsizler bulunmuyor mu?
b) Sakal-ı şerif ziyaretlerinden rahatsız olan bazıları, Müslümanlarla “Bir kılın peşine takılanlar!” diye alay etmiyorlar mı? Ama bikini-mayo giyen kızlarımızı, alkışlayıp ayyuka çıkarmıyorlar mı?
c) Ve yine “Ormanları sakallı keçiler! Cemiyeti ise, keçi sakallılar mahvediyor!” diyebilen devletlûler bulunmuyor mu?
ç) Emekli bir cumhurbaşkanımız, “Örtünmek isteyen kızlar-hanımlar, Arabistan’a gitsinler!” diye televizyonda utanmadan beyanat vermiyor mu?
(5) Ölümden asla korkmamalı; çünkü ölüm, mü’minin, sevdiği Allah’a ve onun Rasûlüne kavuşabilmenin tek yoludur. Mü’min için ölüm, şeb-i arus. Yani bir nevi gerdek gecesidir. Ama yine de Rasûlümüzün tavsiyesi ile daima şöyle dua etmelidir: “Allah’ım, ne olur, bana ölümü de, ölümden sonraki âlemi de mübarek kıl” diye yalvarmalıdır.
Ölümü şeb-i arus gören Mevlana Mesnevisinde, “Aşktan ve aşkın hallerinden âh / Ki o aşk, harareti ile kalbimi yakıp kebap etti. / Benim gözüm Senden başkasını görmüyor ya Rab! / Ki böyle olduğuna Allah’a ve ayetlerine yemin ederim”, diyor...
Yahya b. Muaz hazretleri buyurmuş ki: “Sevgi ile hardal danesi ağırlığında bir ibadet bana, sevgisiz 70 sene ibadetten daha sevimlidir." (17)
Hz. Allah Davud aleyhisselama şöyle vahyetmiştir:
“Beni sevdiğini iddia eden kimse, geceleri yatıp uyuyabiliyorsa, o kimse yalancıdır. Herkes sevgilisini tenhada aramaz mı? İşte ben de geceleri beni arıyanlar için hazırım.” (18)
ALLAH VE RASÛLÜNE TAM TABİ’ OLARAK YAŞAYIP ÖLENLERDEN ÖRNEKLER
1) İmam Gazali buyuruyor ki: Kim Allah’ın ve Rasûlünün sünnetine tabi’ olmadan, Allahu Teala Hazretlerini sevdiğini söylüyorsa, o kişi Kitabullah’ın ayeti ile yalancıdır. Sonra da şöyle devam ediyor: Bir Şeyh görsen ki o havada uçuyor. Veya deniz üzerinde yürüyor. Veya ateş yiyor (bazı hokkabazların) yaptığı gibi, veya başka olağanüstü şeyler gösteriyor. Ama o kişi Allah’ın farzlarından bir farzı bilerek veya Rasûlüllah’ın sünnetlerinden birini umursamayarak terk ediyorsa, muhakkak bil ki, o kişi (şeyh değil) yalancıdır, sahtekârdır. Ondan sadır olan hârikulâde şeyler ise, keramet değil, istidraçtır. Böylelerinden ve yaptıklarından Allah’a sığınırız.
2) İmam Gazali’nin ölümü ve elinin Rasûlüllah’ın eline teslimi…
İmam Gazali hazretleri anlatıyor:
Bir gece rüyamda bir nur gördüm ve bir de ses işittim. Acaba bu ses şeytani mi diye tereddüt ettim. Derken, hatiften gelen o ses bana, “Ben seni her cihetten nurumla kaplamış olan Allah’ım! Nur-i kudsimden nurlanabilmen için benim muhabbetime dünyayı satmış olanlarla (yani ehl-i maneviyatla) ol. Ve dünya sevgisini kalbinden çıkar” buyuruyordu. [Çünkü o zamana kadar İmam Gazali tasavvufu ve tasavvuf ehlini beğenmiyor ve onları asla tasvip etmiyordu].
İmam Gazali bu emir üzerine hemen devrinin büyük mürşidi Ebu Bekri’n-Nessaç et-Tusî hazretlerine gidip, intisab ediyor. Uzlete çekiliyor, artık ne kitap yazıyor, ne talabe okutuyor, ne de dünya ile meşgul oluyor. Tam bir uzlet havası yaşıyor. Ve bir müddet sonra da ölüyor.
Devrinin büyük âlimlerinden Şeyh Muhammedü’l-Celali İmam Gazali’nin ölümünü şöyle anlatıyor:
“Onu yıkadık, kefenledik, cenazesini binlerce insan ile kıldık ve mezarının başına kadar götürdük. Ama vasiyeti vardı: “Beni mezara Şeyhim Ebu Bekir Nessaç hazretleri indirsin ve lahda o yerleştirsin” diye. Bu vasiyet gereği onu kabre Ebu Bekir Nessaç hazretleri indirdi ve yerleştirdi. Ama Ebu Bekir Nessaç mezardan çıktığında rengi uçmuş, dili tutulmuştu. Şüphesiz ki müthiş bir manzara görmüştü. Onu çok sıkıştırdık, söylemek istemedi. Bunun üzerine hepimiz ağlayarak, “Eğer söylemezsen ölünceye kadar biz de buradan ayrılmıyoruz” dedik. İşte o zaman şöyle anlatmaya başladı: “İmamı tam lahta yerleştirdim, çıkacaktım ki kıble tarafından nur saçan bir el uzandı ve bana, “Muhammedü’l-Gazali’nin elini Muhammedüni’l-Mustafa’nın eline teslim et ve aradan çekil” buyruldu. Ben de imamın elini o ele teslim ettim, ama bayılacak hale gelmiştim, beni çekip çıkardınız” dedi. Ve hep beraber ağlaştık, diyor. (20)
3) Allah’a dost olmak isteyen İbrahim bin Ethem hazretleri buyuruyor ki:
Bir gün Allah ve Rasûlünün dostu olan bir grup ehlullah bana geldiler. Onların haline ve hareketlerine hayran oldum ve ben de Allah’ın ve Rasûlünün dostlarından olmak istiyorum, bana tavsiyeleriniz nedir, diye rica ettim. Onlar da bana şu yedi tavsiyede bulundular:
a) Çok konuşma: Zira çok konuşan insanda kalp uyanıklığı olmaz ve kalbi ölür.
b) Çok yemek yeme: Zira çok yemek yiyen insan, Allah’a ibadet ve hizmet edemez, gaflette yaşar.
c) İnsanlarla çok haşr u neşr olma (onlarla çok düşüp kalkma, fazla beraber olma): Zira böyleleri ibadetin zevkini bulamaz ve ibadetten tad alamazlar.
d) Dünyaya asla sevgi besleme: Zira dünyaya sevgi besliyenin sonu ve ebedi hayatı iyi olmaz.
e) Cahil kalma, arif ol: Zira Cahilin kalb diriliği olmaz. Cahilin kalbi ölüdür.
f) Zalim ve günahkârla olma: Zira bunlarla olan da günahkârdır ve bunların dininde doğruluk olmaz.
g) İnsanların rızasını talep etme: Zira halkın rızası peşinde koşanlar, hakkın rızasından mahrum kalırlar. (21)
BÜYÜKLERİN EDEBİ DE BÜYÜK OLMALI
Beyazıd-ı Bestami hazretlerine,
“Efendim falan yerde büyük bir zat var!” diye çok övmüşler. Beyazıd-ı Bestami (k.s.) de,
“Öyle ise ona ziyaret vacip oldu, gidip ziyaret edelim” buyurmuş. Ve bir hayli yol gidip, zahmet çekip onun yaşadığı şehre (bir rivayette Mısır/Kahire’ye kadar gitmişler). O zat da dergâhından çıkmış talebeleri ile mescide gidiyormuş. Hz. Beyazıd dikkatle ona bakarken, o zatın dikkat etmeden kıbleye karşı tükürdüğünü görünce hemen yanındakilere, “Geri dönün!” emrini vermiş.
“Neden görüşmeden dönüyoruz?” denince de,
“Dinin emirlerini yerine getirmekte sünnet-i seniyyeye ve İslâm edebine riayette bu kadar dikkatsiz olup, kıble tarafına tükürebilen zattan veli olmaz” buyuruyor ve hep beraber geldikleri gibi geri dönüyorlar.
***
Dilerseniz son sözü, “hıtâmuhû misk” kabilinden Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidin silsilesinin 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi TUNAHAN (k.s.) hazretlerine bırakalım, gönül kulağımızı ona verelim.
“Amr İbni Cemuh’dan (r.a.) rivayet edilmiştir ki, Peygamberimiz (s.a.v.) mealen şöyle buyurmuşlar: “Kulun muhabbeti ve Allah için buğzu olmadıkça, (yani kul Allah için sevip, Allah için buğz etmedikçe) iman onun hakk-ı sarihi olamaz (yani gerçek hakkı olamaz). Eğer buğz-i lillah (gerçekten Allah için buğz etmek) bir kulda hakkı ile olursa, o kimse Allah tarafından filhakika velayete müstehak olur (yani gerçekte Allah’ın veli kullarından olmaya hak kazanır).” (22)